1 Ağustos 2008 Cuma

KÖPEK



Köpek ile ilgili kullanılan terimler


Geçmişimizde köpekleri sadece avcılık, bekçilik ve sürü koruma da kullanmamızdan dolayı gereken önem verilmemiştir. Günümüzde ise köpekle ilgili her türlü bilgi ve yenilik yurtdışından gelmektedir. Köpekciliğimizin gelişmemiş olması, köpekle ilgili yıurtdışından aldığımız bilgilerin Türkçe karşılıklarının bulunmasında zorluklarla karşılaşmamıza yol açmaktadır. Köpekcilikle ilgili olarak kullanılan yabancı terimlerin Türkçe karşılıklarının bulunması ve kullanılması gerekmektedir. Ne yazık ki başka alanlarda da Türkçe karşılıkları olmasına rağmen yabancı terimler sıklıkla kullanılmaktadır. Yabancı kaynaklardan alınan her terimin mutlaka bir Türkçe karşılığı vardır ve buna uygun Türkçe terimlerin bulunması mümkündür.
Köpek ile ilgili terimlerin mümkün olduğu kadar Türkçelerini bulup kullanmaya dikkat etsemde bazılarının Türkçe karşılığının bulunması zor olmaktadır. Diğer taraftan benim bulacağım bu Türkçe karşılıkların ne derece doğru olacağı tartışılabilir. Onun için yabancı terimlerin Türkçe karşılıklarının Türkçeye yerleştirilmesi için konunun uzmanlarının çalışması gerekmektedir.
Türkçe ile her şekilde kendimizi ifade edebiliriz. Türkçe'nin dışarıdan hiç bir yabancı dil ile zenginleştirilmesine gerek yoktur. Konu ile ilgili www.psikolog.org.tr sitesinden alınan makale durumumuzu açıklamaktadır.

"Dil Açmazı" Üzerine Bir Deneme: Sorun Dilde mi, Bizde mi?

Doç. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu

Bu yazıda, 1997 Eylülünde Türkiye’ye döndüğümden beri giderek artan bir hayret ve üzüntü ile gözlediğim ve bence çok ciddi olan bir sorun hakkındaki düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Sanırım bu sorun meslekdaşlarımın çoğuna oldukça tanıdık gelecektir.

Önce günlük yaşamımdan birkaç gözlemimi aktarmak istiyorum: ODTÜ’de öğlen yemeğini yoğurt ile geçiştirmek istiyorsunuz. Kantindeki genç “normal mi, light mı?” diye soruyor. ODTÜ Çocuk Yuvası'nda velilere “çocuklarınıza ceza değil, timeout veriyoruz” dendiği kulağınıza çalınıyor. Giysi almaya gittiğinizde mağazaların adlarına bakmamaya çalışıyorsunuz, çünkü mağazalar başka bir ülkeden çıkmış gelmişler sanki - adları çeşitli dillerde. İçeri girdiğinizi varsayalım. Giysinizi orta boy değil “medium” veriyorlar – ufak tefekseniz, “small da olabilir” deniyor. Etiketi çevirip bakıyorsunuz, değil ‘orta boy’ yazmak, Türkiye’de üretildiğine ilişkin bir yazı bile bulamıyorsunuz. Hadi giysiden vazgeçtik, ille de bir şey alacaksak işyerinde geçen uzun saatler için bisküvi alalım. Bisküvilerin üzerinde “Haylayf”, “Çizi” gibi markalar görüp irkiliyorsunuz. Bisküvi ve şekerleme satan kimi mağazaların adlarını (örn., Ülker Shop, Sagra Special) görünce daha da şaşırıyorsunuz.

Gözlemlerimi sürdüreyim: Ankara’dan İstanbul’a otobüs bileti alacaksınız; durmadan giden otobüs soruyorsunuz. Görevli, “haa, non-stop soruyorsunuz, var var” diyor. Merak ediyorsunuz, bu yabancı laf bolluğu yalnızca bir iki otobüs şirketinde mi görülüyor. Otogarda yapacağınız küçük bir gözlem hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Hatta yeni uygulamaya giren, “otobüs şirketinin adı asgari bir yabancı sözcük içermelidir” diyen bir yönetmelik olmasından kuşku duyuyorsunuz. Son yıllarda kurulan birçok şirketin adı bir garip: Oskar, Show, Metro, Sakarya VIP, Mersin VIP. Durun, daha beteri de var. Özenti illetinin, diğer birçok yenilik gibi en son ulaştığını düşündüğünüz Doğu illerimizden Van’a giden yeni bir şirket var: Best Van! İçiniz burkuluyor.

Bu örnekleri, öznesi ikinci tekil kişi olan cümlelerle yazdım, çünkü biliyorum bu yazıyı okuyacak kişilerin çoğu da anadilimizi kemiren bu örnekleri her gün yaşamakta ve içleri cız etmekte. Hele hele Türkçe’yi sevenlerin bu soruna duyarsız kalmaları olanaksızdır diye düşünüyorum.

Bu sorunu saptayıp, “ah efendim, nereye gidiyoruz?”, “bu ve bunun gibi özentiler beni öldürecek” demek, hatta “efendim, eğitim eksikliği” gibi basmakalıp ve pek çözüm getirmeyen sözler söylemek bir seçenek olabilir.

Ben bu yazıda başka bir seçeneği yeğleyeceğim ve Türkçe’yi yıpratmanın, hatta küçümsemenin örneklerinin daha yakınımızda bulunduğunu saptamak gerektiğini söyleyeceğim. Bu örnekler 'yüksek eğitimli' oldukları için daha 'kültürlü' oldukları varsayılan ve bu nedenle de kendi kültürlerinin belkemiği anadillerini daha iyi korumaları beklenebilecek kişiler tarafından sergilenmekte.

'Kültürlü' bilinen ancak kültürün belkemiği anadilimize darbe vuranlar o kadar yaygın ki, bu insanların tutumlarının artık kanıksandığını ve tepki görmeyen bu tutumun giderek daha da pekiştiğini düşünüyorum (Bilici, 1999). Hemen her sektörde piyasaya sürülen yeni ürünler yabancı adlar veya harfler (örn., WinSa9) ile donanmış durumda. Çok sevdiğim ve bize özgü kolonya, sanki bize özgü değil, İngilizce konuşulan bir yerden gelmiş gibi yabancı adlar (örn., Sandy) ile satılıyor. Hadi diyelim ki, onlar 'kültürsüz'. 'Kültürlüler' ne yapıyor? Geçenlerde Ankara'da, kendilerini ailelere danışmanlık verecek denli donanımlı sayan kişilerce açıldığı izlenimini veren bir işyerinin adına bakalım: Elysium. 'Kültürlülerin' izlediği televizyon kanalı olarak bilinen bir kanalı (NTV) hemen herkes, özellikle de kültürlüler nedense İngilizce yazılmış gibi okuyorlar. En gelenekçi geçinen kanallar (örn., HBB) ve izleyiciler bile aynı duyarsızlığı yansıtıyor.

Bana daha da çarpıcı ve son derece rahatsız edici gelen bir diğer örneği vermeden geçemeyeceğim. Ankara'daki Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamalarından önemlice bir tanesi Bilkent Plaza'da yapıldı. Günler boyunca radyolardan duyurulan bu kutlamaya katılan kaç kişi acaba 'Plaza' sözcüğünden rahatsız oldu, merak ediyorum. Ya da bu alışveriş merkezinde bulunan işyerlerinin çoğunun adlarının yabancı olmasından? Böyle bir kutlama sanırım bir on yıl önce çok daha fazla kişiyi rahatsız ederdi.

'Kültürlüler' tarafından dilin yıpratılır olmasından daha da ciddi olan tehlike ise yüksek öğretimi sırtlanan kişiler olan öğretim üyeleri arasında da kendi diline yabancılaşmanın çok yaygın olması. Bu yabancılaşma özellikle yabancı dille eğitim yapan kurumlarda öylesine yaygın ve kanıksanmış bir durumdaki ki, inanılması zor örneklerle karşılaşıyorsunuz. Size bünyesinde bulunduğum ODTÜ'den bir örnek vereyim: Öğretim üyelerinin iletişimi için kullanılan e-posta hattında, geçenlerde bir profesör günlük yaşamda çok sık görülen Türkçe imla yanlışlarından (örn., 'her şey' yazmak yerine 'herşey' yazılması) ne kadar rahatsız olduğunu aktarmaktaydı. E-posta mesajında bu imla yanlışlarının bir bölümünü sıralamış, yanlarına da doğru kullanımlarını eklemişti. Beni şaşkına çeviren ise, bu yanlış-doğru listesine bir de İngilizce karşılıkların eklenmiş olmasıydı. Yani bu profesör ODTÜ öğretim üyelerine anadillerinde çok sık kullanılan sözcükleri (örn., her şey, hiçbir, herhalde) İngilizce olarak açıklamaya çalışmaktaydı!

Sanırım biz psikologlar da yüksek eğitimli, uzmanlık ya da doktora sahibi bu 'Türkçe engelli' gruba giriyoruz. Kendi dilimize yabancılaşmanın meslek dünyamızda gayet yaygın olduğunu görmemek olanaksız. Bu yazımda çuvaldızı biz psikologlara, özellikle de - biraz önceki profesör örneğinden yola çıkarak - öğretim üyelerine yöneltmek istiyorum.

Piyasaya son yıllarda çıkan ve psikologlarca yazılmış kitaplarda halen “adölesan”, “kognüsyon”, "situasyon", “demonstrasyon” gibi İngilizce’den alıntı - okunuşları ise bir ayrı alem - terimler görülebilmekte. Oysa bu terimlerin Türkçeleri var elimizde. Benim bulunduğum ortamlarda öğretim üyesi meslektaşlarımın kendi aralarında ve hatta öğrencilerin yanında “focus etmek”, "impress olmak" gibi karışımlar kullandığını görerek üzülüyorum. Türk Psikoloji Dergisi'ne gönderilen birçok makalede de Yayın Yönetmenlerinin Türkçe’nin çok ama çok özensiz kullanıldığını gördüğünü eklemeliyim. Karşılıkları bal gibi var olan yabancı terimlerin hatta sözcüklerin kullanımının sürmesi meslekdaşlarımın kendi dillerine pek değer vermediklerini göstermekte.

Öğretim üyeleri arasındaki bu değer bilmezlik ne yazık ki, öğrencilerimizin de psikolojiye kendi dillerinden koparak bakmalarına yol açıyor. Lafı uzatmamak için yabancı dille öğretim yapan kurumlardan gelen öğrencilerin öğrenci kongrelerinde Türkçe konuşamadıkları için çok garip karşılandıklarını söylemekle yetinmek istiyorum.

Psikolojide Türkçe’nin kullanılmamasında herhalde en önemli etken, öğretim üyelerinin çoğunun kendilerinin de yabancı dille öğretim yapan kurumlardan geçmiş ve lisansüstü öğrenimlerini ABD'de yapmış olmaları. Psikolojinin Türkiye’de bir bilim olarak çok kısa bir geçmişi olması ve kullandığımız birçok kavramın ve modelin kaynağının ABD olması da bu sorunu pekiştirmekte.

Peki bu kimilerince 'açmaz' olarak görülen bu soruna nasıl çözüm getirebiliriz? Burada soru işaretleri oluşturmak amacıyla kısaca birkaç seçenekten söz edeceğim.

Ben psikoloji biliminin örneğin bilgisayar teknolojisi gibi gelenekten ve günlük yaşamdan kopuk, kendi dilini yaratan bir süreç olmadığına inanıyorum. Öte yandan psikoloji zaten konuları ve uygulama alanı gereği dili ve kültürü kendisinden uzak tutabilecek bir disiplin olamaz. Psikolojide kullandığımız birçok kavramın şu ya da bu şekilde kültürümüzün içinde varolduğunu, hatta bunun çok uzun zamandır böyle olduğunu kabul etmek gereklidir. Öğretim üyelerinin bu noktadan yola çıktıklarında Türkçe psikolojinin o denli olanaksız olmadığını göreceklerini sanıyorum.

Daha etkili ve kalıcı bir çözüm, çok açıktır ki, Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmak olacaktır. Almanya, Hollanda gibi ülkelerde psikologlar kendi dillerinde psikoloji kaynaklarının sayısını çok yüksek tutabilmektedirler. Geçen yıl Derneğimizin yayımlamaya başladığı Türk Psikoloji Yazıları bu yönde atılan çok somut bir adımdır ve Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmak isteyen herkesin desteklemesi gereken bir girişimdir. Bu yıl Derneğimiz tarafından piyasa sürülmesi beklenen Psikolojiye Giriş kitabı da bu amaca hizmet edecektir. Yrd. Doç. Dr. Belgin Ayvaşık ve arkadaşlarının hazırladığı ve Derneğimiz tarafından yayımlanacak olan İngilizce-Türkçe Psikoloji Terimleri Sözlüğü Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmakta atılacak her adım için bir temel taşı olacaktır.

Ülkemizin geldiği bu aşamada üniversitelerde öğretim dilinin yabancı bir dil olması üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir olgudur (Tavşanoğlu, 1999). Bu soru enine boyuna tartışılırken yabancı dille öğretim yapan kurumlarda uygulanabilecek bir çözüm, ders kitaplarının ve derste kullanılan dilin yabancı bir dil kalması, ama gerektikçe derslerin Türkçe yapılması ve yabancı dildeki terimlerin Türkçe karşılıklarının özellikle temel derslerde verilmesi olabilir. Kimi okumaların Türkçe olması, öğrencinin piyasadaki Türkçe kitapları ve basında psikoloji üzerine çıkan yazıları incelemesi gibi ödevler yine öğrencinin Türkçe kullanımını pekiştirecektir. Öğrencinin yabancı dilde yazabilmesi, yani teknik terimiyle dilde üretim yapabilmesi önemli bir amaç ise, verilen ödevlerin çoğunun İngilizce yazılması yararlı olacaktır. Deneyimlerime dayanarak bu uygulamanın öğrenciye çok şey kazandırdığını söyleyebilirim.

Bir diğer seçenek, şu an Başkent Üniversitesi'nde denenen ders kitaplarının İngilizce olması, derslerin ise Türkçe yapılması uygulaması olabilir.

Meslekdaşlarımın 'dil açmazımızı' ve yukarıdaki seçenekleri tartışmaya başlayacaklarını umuyorum.

Kaynaklar:

Bilici, E. N. (1999) 'Harf İnkılabı'na gizli devrim'. (Engin Noyan ile söyleşi) Zaman Pazar, 17 Ocak, Sayı 3, s. 3.
Tavşanoğlu, L. (1999) 'Yabancı dille eğitim olmaz.' (Pazar Konuğu: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ile söyleşi) Cumhuriyet, 10 Ocak, s. 12.

Hiç yorum yok: